7 Aralık 2010 Salı

av mevsimi 2010 OLMAMIŞ ! (yavuz turgul cem yılmaz şener şen)

merhaba. av mevsimine cuma günü gittim. (FİLM ANLATILMAYACAKTIR) vizyona girdiği gün. suare dolucaydı. son seans olduğundandır belki sinema tam dolu değildi! film uzun; 2.36 dakika sürdü film, antrakt dahil. oldukça uzun. bir cinayeti çözmeye çalışan 3 polisin öyküsü! başlıklar halinde neden olmamış!

-kurgu zayıf herşeyden önce. cinayet ince ince işlenmemiş. küt diye çözülüyor. türk sinemasında anlamadığım nokta şu; insanların zekasını mı hafife alıyorlar, yoksa bu zekadaki insanlar mı bu işi yapıyor tam çözemedim. öte yandan karakterlerin hayatını irdelemeye çalışma riski de cabası! belki de "büyük hesaplaşma" (heat) ya da 7 (seven) izlense biraz ilham verirmiş. sonuç; zekice gösterilmeye çalışılmış bir cinayet üzerine karakter anlatımı.. artık ne demekse..

- çok uzun. yukarıdaki başlıkta yazdığımla orantılı olarak düşünüldüğünde hangi konuya odaklanacağını  anlayamıyor insan. zaten konu işlenişi çok yetersiz.  dikkat dağıtıyor. öte yandan; ya cinayet çekilmeli ya karakterlerin draması; sürükleyici desem izleyiciyi 2 buçuk saat sürükleyemezsin cinayet çözmeyle yani ya 90 dakika olacaktı ya da cinayeti katma böyle bir iddian olmasın tatlı tatlı polislik yapsın karakterler. ikisi birden olmamış.

- çetin tekindor : harika! sadece onu izlemeye değer! filmin oyuncusu performansıyla!,
cem yılmaz : ben onun için gittim. bence normal oynamış ekstra iyi diyemem!
şener şen: kabadayıdan enerjik bu filmde fakat muhsin bey karakterini hatırlar gibi oldum biraz. büyük oyuncudan bu performansı görünce tatmin olamıyorsunuz! (belki biraz yaşında etkisi var; cinayet masası sertliği yoktu suratında fazla şefkatli gerçekçiliği bozmuş)

- kameralarda mı sorun var tam anlamadım. koyu sahnelerde fazladan gürültü vardı. ama herşeyden öte yönetmenin aşırı yakın çekimlerini hiç beğenmedim. bazen o kadar hızlı hareket ediyor ki kamera zaten yakın çekmiş odaklanamadan diğer objeye geçmek zorunda kalıyor. gözüm ağrıdı bazı sahnelerde flu görmekten hatta..

- şarkı sahnesi samimi. bence filmdeki en akılda kalacak sahne bu.

son fikrim: çok seviyorsanız çalışmalarını filmde adı geçen sanatçıların görün; ama hoş vakit geçirmek içinse gitmeseniz de olur maalesef sıradan etkilemedi beni!

iyi günler herkese. . .

9 Kasım 2010 Salı

new york'ta beş minare - mahzun kırmızıgül (2010)

dün akşam izledim filmi. 19:15 matinesi; salonun beşte üçü doluydu. pazartesi ölü bir seans sayılabilcek zaman için bence çok başarılı gişe! filmi anlatmayacağım aklımdan geçen kısa kısa notları yazacağım o kadar;

konusu:istanbul'da yaşanan terörist eylemden sonra sonra polis amerika'da yaşayan bir adamın peşine düşer ve amerikan polisine onu yakalatır. suçluyu türkiye'ye getirme görevi ise iki polise verilir ve olaylar gelişir.

peşinen fikrim: KESİN KES GİDİLMELİ. ÇOK BAŞARILI!

filmin senaryosunun ingilizce repliklerini de doğal olarak senaryoyu yazan yazmış. fakat bu filmin içinde özellikle amerikalıların kendi aralarındaki konuşmalarındaki jargon olmamış! dinlerken "tamam dedim anlam olmuş da bu kelimelerle değil de başka kalıplar olmalıydı" bence iyi bilen birinden kült fbi konuşmaları üzerine yardım alınmalıydı.

öte yandan amerikalı kardeşlerimizin bir konuşma hızı var; evlere şenlik. sanırım ya dublaja uysun ya da bizler anlayalım diye oldukça yavaş hani deyim yerindeyse tane tane konuşuyorlar; gerçekçiliği bozuyor. (kesinlikle yavaş konuşun denmiş eminim!)

mahsun kırmızıgül kendi performansından bizi mahrum etmiş. bence harika oynamış. fakat kendi rolüne biraz daha dialogla şans vermeliydi. ona bravo!

filmin ilk 20 dakikası harika harika harika! tam amerikan action filmi. (üzgünüm ama o dakikakalar içinde bir sahne bana fena halde "the kingdom" (2007) yi hatırlattı fakat hiç de tadımı kaçırmadı!)

İslam'ın olumlu yüzü tüm filmde anlatılıyor. fakat terörist eylemler yapan kesime ayrılan süre en fazla iki dakika. koymuşlar mı koymuşlar, gelgelelim onların da doktrini anlatılmalıydı bence o da oldukça önemli işin mantığını anlamak açısından.

dikkatimi çekmeyen ama şöyle bir düşününce çeken bir nokta var. mesela hacı gümüşle polislerin selamlaşması selamun aleyküm seklinde (dini bir şekildir bu), bizim köyleri gösterirken ihtiyarlarımızın sakallı ve camiye girip çıkışları (eğer bir yabancı olsam şaşarım çünkü onların korktuğu zaten bu sakal ve giyim tarzı), polislerin amerika da islamı savunması vs. benim kültürümü gayet doğal bir şekilde ve sürekli vermiş (bana zaten çok normal gözüktü); sanırım amacı bu tarz yaşayan insanların hepsinin kötü olmayacağı.

şu fbi ajanı fazla önyargılı olmuş; hele bir ayakkabıyla camiye girmesi var ki; o olmaz! onu yapmaz hele kendi topraklarında hiç sanmıyorum! abartı!

sonu birden ve alakasız bağlanıyor. bana eğreti geldi!

bütçesi yüksek belli! ayrıca danny glover ve gina gershon'u oynatmak bence büyük iş; sharon stone andy garcia ikilisinden sonra şimdi de bunlar! tabrik ederim.

geri kalan kısmı oldukça da gerçekçi!

çok mesaj var filmde. oturup not alsam bir dolu yazarım. izlemeyen arkadaşların tadını almak istemiyorum fakat güneşi gördüm de de bu denli yoğun mesaj trafiği yaşamıştım. öte yandan düşününce elbetteki herşey birbirine bağlısosyal hayatımızda kabul ama sonuçta 1000 sayfalık kitap yazmıyorsunuz 2 saatlik film çekiyorsunuz. bir konu üzerinde durulup iyice irdelenmeli, başka sorunlara fazla girilmemeli yoksa dikkat dağılıyor (hem izleyici hem de yönetmenin) bence!

ahh unutmadan eğer stüdyo değilse gina gershon'u bitlise götürmüşler :) işte bu hoşuma gitti :) ahh bir de yaşlanmış be gina :( (face-off ta ne aşıktım ona ben)

bunlar benim direk aklıma gelen düşünceler; gidin ve görün inanın değer!

hoşçakalın şimdilik ... :)
musti

30 Ekim 2010 Cumartesi

yurttaş kane sinema ve ben

yurttaş kane i izledim yıllar sonra tekrar. ilk adımdan başlayayım; siyah beyaz film izleyemeyenler, bu filmi izlemeyin sıkılırsınız. öte yandan filmin tadını kaçıracak herhangi bir yorumda bulunulmayacaktır; korkmayın okumaya devam edin!
bu film bir medya patronunun hayatını konu ediyor. bu şahsın adı charles kane. ölürken ağzından çıkan "rosebud" sözcüğünün haber değeri taşıdığı düşünülüyor ve bunu ifşa etmesi için bir muhabir görevlendiriliyor. film de, kane"in çocukluğundan başlıyor ve hayatında önemli yer almış insanların tanıklıklarıyla kane i bize anlatıyor.

kane amerikanın medya tekelini tek başına elinde tutan bir şahıs. Bir gazeteden başlıyor ve tam anlamıyla bir dev oluyor. akabinde siyasete atılması, çalkantılı özel hayatı, egoist kişiliği ve yalnız ölümü derinlemesine anlatılıyor.

bugün izlendiğinde çok da aşırı bir etki bırakmasa da üzerimizde, medyanın halkın zihinlerini yönlendirmekteki ustalığı özellikle ön planda. kane"in o kadar bet ifadeleri var ki; insanın bazen tüylerini ürpertiyor. tam da bu nedenle benim izleyecek insanlara önerim şu; bu filmi illa ki izlemek istiyorsanız bir belgesel izliyormuşcasına izleyin. hatta ben bu sefer filmi 3 günde bitirdim. (bu biraz çağrı filmini her güne yayar ya tvler ramazan ayında :) 3 günde bitirirken kane"in anlatan her insanı bir bölüm sonu gibi düşünün film uzun çünkü o zaman sindirmesi de kolay oluyor. en azından filme başlarken hafıza zorlanıp dün şunlar olmuştu deniliyor ki ben ce bu iyi birşey!

açıkçası filmin sonuna doğru "rosebud" asla açıklanmaycak kaygılarınız bile oluyor. ama korkmayın öğreneceksiniz!

YURTTAŞ KANE NEDEN BU DENLİ ÖNEMLİ

çok az bir araştırma yaptım üzerine filmin gelmiş geçmiş en iyi film diyenler var. film tek oskar almış en iyi senaryo sanırım. fakat kamerayı alttan kullanma ( daha evvelden ışıklar üstteymiş kamerayı tavan göstermeyecek şekilde kullanabiliyorlarmış fakat bu filmde yandan ışıklandırma yapıp alt açıdan tavan gözükecek şekilde çekim yapılabilinmiş) ve de deep focus ilk kez yapılmış; yani bir karede bulunan tüm objelerin aynı netlikte gözükmesi. (özellikle çocuğun kar yağan evden götürülme sahnesinde çocuk bahçede oynuyor evin içinden kadraj; evin içindekiler ve pennceredki çocuk aynı netlikte karede)

benim kısa bir bakınmam sonucu bulabildiklerim bunlar dileyen arkadaşlar wiki pediadan detaylara bakabilirler.

kendinize iyi bakın!

6 Ekim 2010 Çarşamba

veronika ölmek istiyor - paulo coelho kısım 1 fikirler

veronika ölmek istiyor pazar günü başladım. çok da büyük umutlarla değil başlamam. zola nın nana"sını almaya üşendim kitapçıdan evde kız kardeşimin kitapları arasında buldum, kitabın arkasını okudum sonra bir kaç sayfa okudum ve tamam dedim güzel bir kitap!
henüz 60 sayfa okudum! veronika var hastahane var zedka var bir de.. gizemli gidiyor kitap. bu çağın anlatımını seviyorum açık net değil; esrarengiz. aynı duyguyu jose saramago okurken de hissetmiştim.ispatlaması güç bir çeşit zamansızlık ve mekansızlık duygusu veriyor insana. fakat fikirleri çok sağlam ve kurguları müthiş oluyor.
gelelim veronika"ya! veronika akıl hastahanesinde şimdi. onu oraya götüren şey ise hayatta herşeyi olmasına rağmen intihar edip bunu başaramaması. hayatta herşeyi olmasına rağmen neden insan intihara kalkışır? kısırdöngü! (milan kundera bence çok iyi anlatır çember örneğinde) hepimizin içinde bulunduğu ama hiç akıl yürütmediğimiz bir sorun ! hayatınızda eminim ilerideki 50 yılı az çok tahmin edebiliyorsunuzdur. ya da belki düşünmüyorsunuz bile. ama veronika düşünmüş; hatta bir adım öteye geçmiş. çok fazla bilgi yok elimde şu anda bakalım kitabın devamı neler yapacak!

şimdi kitabı okumaya devam ediyorum; bitsin tekrar konuşuruz!

güle güle

28 Eylül 2010 Salı

yeni lisan (dil) öğrenmek

merhaba
ispanyolca derslerim yeniden başladı. özlemiştim. bir seneden fazla oldu instituto de cervantes öğrencisiyim. derslerime çalışıyorum fakat yeni bir dil öğrenmek sanıldığı kadar kolay değil.
zaten biliyordum böyle olduğunu. uzun soluklu koşular her zaman zordur. çok uzun yıllar önce ingilizce konuşmayı nasıl öğrendiğimi düşündüm fakat bir cevap bulamadım. tamam çalışıyordum derslere fakat şu anda bulunduğum durumda bu yetmez çünkü benim tek işim ispanyolca öğrenmek değil. öyle olsaydı bu sıkıntılarım yerine başka kaygılarım olurdu şüphesiz :)

herneyse; benim ispanyolcayı çözme yöntemim şu; tamamen ispanyolcaya konsantre olmak! bunun da bağlı olduğu nokta ruh durumum veya modum. porto riko'yu, kolombiya'yı, ispanya'yı arjantin'i düşünüyorum ve beynimde o ülkeleri ve güzelliklerini yaşıyorum. bu şekilde öğrenmem hızlı ve etkili oluyor. konuşurken sürekli aklımda "ispanyolca bu cümleyi nasıl kurarım?" sesleri yankılanıyor. çeviremediğim yerlerde, hemen sözlüğe başvurup aklıma monte ediyorum yeni kalıpları. elbetteki bu sistemin handikapı şu; ruh durumun kötü olunca konsantrasyonun da düşüyor. fakat bu risk benim için göze alınabilir, getirisi yüksek benim için!

kesinlikle bu benim kafamda oluşturduğum ve uyguladığım dil öğrenme yolarından biridir. elbetteki hergün düzenli çalışmak ve tekrar yapmak, dil öğrenme sürecinde en büyük etkendir.

bakalım sonunda ispanyolca konuşabilecek miyim? :) (eğer olursa sistemimi daha detaylı yazarım :)

hoşçakalın

25 Eylül 2010 Cumartesi

merhaba

merhaba

bu ilk blogum. ne izleyenim var şu anda ne de ucu görünen bir yol. blog hayatımız başladı. sıfırdan başlamak bu!

burada çeşitli konular hakkında fikirlerim, günlük hayatımdan herkese yarayacak ufak hikayeler belki, biraz eleştiri (sinema,kitap vs.) seyahat notlarım, fotoğraflarım hakkında ve kayda değer olduğuna inandığım konuları yazacağım. iki tane web sitem var; http://www.saaton.com/ ve ingilizcesi http://www.itsten.com/. bunlar çektiğim fotoları paylaştığım ortamlar. its ten in ayrı bir blogu var. şu anda kesin olmamakla birlikte konular ingilizce türkçe paralel gidecek. fakat tersi de yer yer olacaktır.

ne sıklıkta yazabilirim onu şimdiden kestirmek zor. imla bozuklukları ve devrik cümleler için herkesten (şu anda olmayan :) özür diliyorum.

bakalım nasıl olacak?

:)
hoşçakal blog..